Tarihçemiz
Bugün
Türkiye’nin en güneyinde bulunan Yayladağı, dünyanın en stratejik denizi olan
Akdeniz’in doğusundaki sıradağların en önemli kavşağında bulunmaktadır. Yayladağı,
insanlık tarihinin başladığına inanılan coğrafyada, Antakya ile Şam-Kudüs arasında
zorlu ama en kestirme yol üzerinde olup, bundan dolayı tarihi de çok eskilere
dayanmaktadır.
Yayladağı’nda
insan yaşamının Orta Paleolitik dönemde, M.Ö. 100.000-40.000 arasında başladığı
Enver Bostancı tarafından yapılan kazı ve yüzey araştırmaları ile tespit
edilmiş ve bu sürecin kesintisiz olarak Üst Paleolitik dönemde, M.Ö. 40.000-11.000
tarihleri arasında da devam ettiği ortaya konulmuştur.
Antakya
gibi Yayladağı ilçesi de insanlık tarihinin ilk dönemlerinden itibaren ticaret
ve göç yollarının üzerinde olması dolayısıyla cazip bir yerleşim bölgesi
olmuştur. Yayladağı, eski adıyla Cebel-i Akra, Antakya-Lazkiye-Humus-İdlip-Halep’in
güvenliği için mutlaka elde tutulması gereken doğal bir kale niteliğindedir.
Yayladağı,
stratejik konumu itibariyle büyük-küçük devletlerin güç mücadelelerinde her
zaman kıymetli bir mekân olmuştur. Yayladağı sırasıyla; Akadlar, Eski
Mısırlılar, Hititler, Asurlular, İskitler (kısa bir süre), Babiller, Persler, Makedonlar,
Romalılar, Sasaniler ve Doğu Romalılar idaresinde kalmıştır.
Halife
Ömer (634-644) döneminde, 638 yılında Antakya’nın Müslümanlar tarafından fethiyle
beraber, Yayladağı da Halife İslam Devleti’nin sınırlarına dâhil olmuştur.
661-750 tarihlerinde Emevî Devleti’nin kontrolüne geçen Yayladağı, 750-944
tarihleri arasında Abbâsî Devleti’nin sınırları içinde yer almıştır. Halife
Me’mun (813-833) ve Mutasım (833-842) dönemlerinde Antakya’daki üst düzey yöneticilik
görevlerine Türkler getirilmiş ve Yayladağı dâhil, Antakya civarına Türkler iskân
edilmiştir. Bu olaylar sonucunda, Türklerin Yayladağı’na yerleşmelerinin
üzerinden 13 yüzyıl geçtiğini belirtmek gerekir.
10.
yüzyılın başlarında Abbâsî Devleti’nin zayıflamaya başlamasıyla birlikte, küçük
beylikler ortaya çıkmaya başlamıştır. Büveyhîlerin 945’te Abbâsî Devleti’nin
başkenti Bağdat’ı işgal etmesi ile Abbâsî ler bir devlet olarak sona ermiştir. Bu dönemde Halep merkezli
kurulan Hammâdî Devleti 944-969 arasında Yayladağı’nı da kontrolüne almıştır.
Abbâsî
Devleti’nin zayıfladığı dönemde kendisini yeniden toparlayan Doğu Roma İmparatorluğu,
Antakya ve civarını zapt etmek için harekete geçmiştir. Doğu Romalılar, 969
tarihinde küçük Hammâdî Devleti’ni mağlup ederek, Yayladağı’nın bağlı olduğu
Antakya’yı işgal etmişlerdir.
Ön
Asya’da Doğu Roma İmparatorluğu’nun güçlendiği bir sırada, Türkistan’da büyük
bir güç olarak ortaya çıkan Selçuklular, 1055 yılında Bağdat’ı ele geçirerek Büveyhîlerin
elinde esir olan Abbâsî Halifesini
kurtarmışlardır. Abbâsî Halifeliğini sadece
manevi olarak devam ettiren Selçuklular, Ön Asya’da büyük bir güç olarak,
yıkılmış olan Abbâsî Devleti’nin topraklarına varis olmuşlardır. O sırada Büyük
Selçuklu Devleti’ne bağlı olan Süleyman Şah, 1084’te Antakya’yı Doğu Roma İmparatorluğu’ndan
geri almıştır. Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Melikşah, Antakya’ya Yağısan’ı emir
(vali) olarak tayin etmiştir. Böylece Yayladağı da Büyük Selçuklu Devleti’ne
bağlanmıştır.
Papa’nın
isteğiyle 1096 yılında başlayan Haçlı Seferleri sırasında bir Haçlı Ordusu, 21
Ekim 1097’de Antakya kalesini kuşatmaya başlamıştır. Kuşatmaya 7 ay dayanan
Selçuklu idaresindeki Antakya, 1098’de Haçlıların eline geçmiştir.
Antakya
kalesini ele geçiren Haçlılar, Yayladağı’nı da işgal etmek istemişlerdir. Ancak
kısa sürede bir başarı elde edemedikleri anlaşılmaktadır. Bunun bir sebebi, 9.
yüzyıl başlarında Abbâsîler tarafından buraya yerleştirilen Türklere, Büyük
Selçuklu Devleti de yeni ilaveler yapmış ve Yayladağı’ndaki Türklerin sayısını
arttırmıştır. Antakya Kalesi’nin Haçlıların elinde olduğu dönemde, Avar Türklerinin
Savcılar boyunun beyi Kasım Bey’in Cebel-i Akra’da (Yayladağı) gücü elinde
bulundurduğu anlaşılmaktadır. Zira bu dönemde, 1131 yılında Kasım Bey
tarafından Yayladağı’nda Selçuklu mimarisine uygun cami, medrese ve köprü inşa
ettirilmiştir. Kasım Bey’in yaptırdığı cami günümüzde halen ayaktadır.
Büyük
Selçukluların zayıflaması üzerine Türklerin kurduğu Halep merkezli Zengi
Devleti (1127-1250) Antakya’yı Haçlılardan kurtarmak için çalışmalar yapmıştır.
Hatta Nurettin Mahmud, Antakya’yı kurtarmak için sefer düzenlemiş ancak
başarılı olamamıştır.
Eyyûbîler’in
yıkılmasından sonra Mısır’da, 1250 yılında Bahrî Türklerinin kurduğu Memlûk Devleti,
1260 yılında Moğolları yenmiş ve hemen Antakya ile civarını ele geçirmeyi
hedeflemiştir. Sultan Baybars, 1268 yılında Antakya’yı Haçlılardan almış ve Antakya
Haçlı Kontluğu’na son vermiştir. Bu gelişme ile birlikte Yayladağı da Memlûk
Türk Devleti’ne bağlanmıştır.
14.
yüzyılda, Anadolu merkezli büyük bir güç olarak yükselen Osmanlı Devleti, Memlûk
Devleti ile 24 Ağustos 1516’da Halep’in kuzeyindeki Mercidâbık’ta yapılan
savaşı kazanmış ve Antakya ile civarını topraklarına katmıştır. Osmanlılar, 1516’da
Şam ve bütün Doğu Akdeniz sahillerini, 1517’de de Mısır’ı ele geçirerek Memlûklerin
varisi olmuşlardır. Osmanlılar, 1522’de yaptıkları tahrirat ile Ön Asya’daki
eski Memlûk Devleti’nin topraklarını Şam Eyaleti olarak kaydetmişlerdir. Bu düzenleme
ile Yayladağı’nın bir nahiye kabul edildiğini ve Antakya kazasına bağlı
olduğunu görmekteyiz. Diğer bir ifade ile o dönemki adı Cebel-i Akra olan
Yayladağı, Şam Eyaleti’nin Antakya kazasına bağlanmıştır. Osmanlı Devleti’nin
yaptığı bu idari düzenleme dikkate alındığında, Yayladağı’nda mülkiye ve
belediye idaresinin 1522’de kurulduğunu ve kesintisiz bir şekilde günümüze
kadar devam ettiğini belirtmemiz gerekir.
Bir
süre sonra, 1549 yılında Osmanlı Devleti’nde yapılan idari düzenleme ile Halep
Sancağı, Şam Eyaleti’nden ayrılmış ve müstakil olarak bir beylerbeylik
yapılmıştır. Halep Eyaleti’nin merkezi Halep ve merkez sancağı da Halep Sancağı
olmuştur. Antakya’ya bağlı olan Cebel-i Akra da, Halep Sancağı’na dâhil
edilmiştir. Bu statünün devam ettiği ve Cebel-i Akra’nın 1616 yılında Antakya
kazasına bağlı nahiyelerden birisi olduğu görülmektedir. Uzun süre bu şekilde
devam eden Yayladağı’nın idari yapısında daha sonra değişikliğe gidildiği
anlaşılmaktadır. Mesela 1811 yılında Yayladağı’nın Cebel-i Akra ve Ordu olarak
iki nahiyeye ayrıldığı resmi kayıtlarda mevcuttur. Diğer bir ifade ile
Yayladağı, Halep Eyaleti’nin Halep Sancağı dâhilindeki Antakya kazasına bağlı
olarak Cebel-i Akra ve Ordu adlarıyla iki nahiye haline getirilmiştir. Böylece
Ordu adının Yayladağı için resmen kullanılmasına başlanmıştır.
Tanzimat
Dönemi’nde yapılan düzenleme ile Ordu nahiyesinin, 1867 Halep Salnamesi’ne göre,
Halep’in Cisr-i Şuğur kazasına bağlandığı görülmektedir. Bu tarihte Ordu
nahiyesinde, merkezi Yayladağı (Nefs-i Ordu) olmak üzere 22 köy bulunmaktadır.
Bunlar; Keseb, Bezge, Eğerci, Çandır, Mürselek, Tumaniye, Karaköse, Miyedin,
Çakı, Ağzıkara, Sungur, Şakşak, Kırkpüçük/Kırbuçak, Yeniceköy, Hisarcık,
Kandıl, Kışlak, Hansuma, Tinzir-i Tahtani (Aşağı Tinziri), Tinzir-i Fevkani (Yukarı
Tinziri), Telserin(?) ve Tumtum’dur.
Yayladağı’na
bağlı köylerde zaman zaman değişikler meydana gelmiş ve nahiye merkezinde de üç
mahalle oluşmuştur. 1912 yılında, Trabzon’a bağlı Ordu ile karıştığı
gerekçesiyle Cisr-i Şuğur’a bağlı Ordu nahiyesinin adı, yani Yayladağı’nın adı
Muradiye olarak değiştirilmiştir. Ancak Muradiye adından kısa süre sonra
vazgeçilmiş ve tekrar Ordu ismi kullanılmaya başlanmıştır.
II.
Meşrutiyet Döneminde, Osmanlı Devleti’nde Antakya kazasının bir livaya (sancak)
dönüştürülmesi 1913 yılında gündeme gelmiştir. Bu hususta yaklaşık dört yıl
süren çalışma sonunda, Antakya Livasının kurulması hakkında kanun, Osmanlı
Meclisi tarafından 14 Kanun-i Sani 1334’te (14 Ocak 1918) kabul edilmiştir. Bu
düzenleme ile Halep Livasına bağlı olan Cisr-i Şuğur da Antakya Livasına dâhil
edilmiştir. Böylece 14 Ocak 1918’den itibaren Yayladağı, Halep Vilayeti’nin
Antakya Livası’nın Cisr-i Şuğur kazasına bağlı bir nahiye haline gelmiştir.
Birinci
Dünya Savaşı sonunda, 1918 yılında, Kudüs, Şam, Halep, Antakya, Antep’i işgal
eden İngilizler, Yayladağı’nı işgal edememişlerdir. İngilizlerin 1 Kasım 1919’dan itibaren, Hatay
dâhil olmak üzere, bu bölgeleri Fransızlara devretmelerine rağmen, Yayladağı’na
Fransızlar da girememişlerdir. Bunun sebebi o zaman Ordu denilen Yayladağı’nda
faaliyet gösteren Kuvâ-yi Milliye ve onun kurduğu idari yapılardır. Birinci
Dünya Savaşı bittiğinde Ordu (Yayladağı) Nahiyesi Müdürü Hacı Hissam Ağa,
Müstakil Ordu Hükümeti’nin başkanı olarak görev yapmaya başlamış, daha önce
Osmanlı yönetimi tarafından “Ordu Sahil Muhafızı” olarak görevlendirilen Celal
Ağa da askeri komutanlığı üslenmiştir. Bu Ordu Hükümeti, 1920 yazında Celal
Ağa’nın şehit edilmesine kadar problemsiz bir şekilde devam etmiştir. Ancak
bundan sonra Yayladağı’ndaki Kuvâ-yi Milliye birçok parçaya bölünmüştür.
1920
yazından itibaren Antakya ve civarındaki Kuvâ-yî Milliye, Ankara’daki Büyük Millet
Meclisi’ne tabi Maraş’taki II. Kolordu’ya bağlı olarak yürütülmeye başlanmıştır.
Yüzbaşı Bedri Bey’in II. Kolordu Komutanı Selahattin Adil tarafından Antakya ve
Havalisi Kuvâ-yî Milliye Kumandanlığına atanması ile Millî Mücadele’nin en
güney cephesi kurulmaya başlanmıştı. Bedri Bey’in komutanlığı döneminde Nuri
Aydın Konuralp’ın öncülüğünde 9 Şubat 1921’de, Kırpüçük’de Yayladağı Müdafaa-i
Hukuk Kongresi toplanmıştır. Türkiye sınırları içinde, Millî Mücadele’nin bu son
kongresi ile Müstakil Ordu ve Cebel-i Akra Kaymakamlığı kurulmuş ve Millî Mücadele’nin
En Güney Cephesi için sağlam bir zemin oluşturulmuştur. Kurulan bu
kaymakamlıkta, Ordu ve Şeyh Köyü’nden oluşan iki nahiye teşekkül etmiştir.
Esasında
bu sayede Kuvâ-yî Milliye’nin En Güney Cephesi’nin merkezi de kurulmuştur.
Kabaca Antakya-Lazkiye-Cisr-i Şuğur üçgenindeki oluşturulan bu yeni cephenin
komutanlığına da Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından, Şubat 1921’e kadar
Antep savunma komutanlığı yapan (Ali Şefik) Özdemir Bey tayin edilmiştir. Mayıs
1921’de Cebel-i Akra’ya gelen Özdemir Bey, görevini 22 Temmuz 1921 tarihine
kadar devam etmiştir.
Yayladağı’ndaki
Müstakil Kaymakamlığı kendilerine bir tehdit olarak gören Fransızlar, 3 yıla
yakın işgal edemedikleri Yayladağı’nı ele geçirmek için büyük bir askerî harekât
hazırlıklarına başlamışlardır. Yayladağı, ancak Antakya ve Lazkiye’den hareket
eden ve topçu birlikleri olan, iki Fransız kolordusu tarafından 22 Temmuz 1921’de
işgal edilebilmiştir.
Ordu
nahiye idaresini bozmayan, hatta mevcut Nahiye Müdürü Hissam Ağa’nın görevine
devam etmesini isteyen Fransızlar, Türklerin elinden silahları toplamışlar
ancak Keseb’teki silahlı Ermenileri serbest bırakmışlardır. Fransız
birliklerinin habersiz olarak Yayladağı’nı terk ettikleri gün yani 24 Temmuz
1921’de silahlı Ermeni çeteleri ani bir baskın ile Yayladağı’nı yakmışlardır. Bu
yangın sırasında birçok şahıs şehit olmuş ve yataklarından fırlayan insanlar
can havliyle nahiye merkezini terk ederek dağlara kaçmışlardır. Birkaçı hariç, evlerin
tamamının yakıldığı bu olay, yaşayanların hafızasına ve ilçenin kültürüne “Ordu
Yangını” diye yerleşmiştir.
20
Ekim 1921’de, Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile Fransa arasında imzalanan
Ankara Anlaşması ile Antakya-İskenderun ve civarı Fransız yönetimine bırakılmıştır.
Bu Ankara Anlaşması’na göre Fransızların İskenderun Sancağı dedikleri Hatay’a
özerk bir statü verilmesi kararlaştırılmıştır. Daha sonra 24 Temmuz 1923 Lozan
Anlaşması ile Fransız idaresine bırakılan Hatay’da 1921’deki Ankara Anlaşmasına
göre “Özerk İskenderun Sancağı” kurulmuştur.
Fransız
idaresinde, merkezi İskenderun olan İskenderun Sancağına bağlı olarak Antakya,
İskenderun ve Kırıkhan ilçeleri kurulmuştur. İskenderun Sancağının en büyük
ilçesi, Yayladağı’nın (Ordu) da bağlı olduğu Antakya kazası olup şu
nahiyelerden oluşmuştur:
1-
Ordu Nahiyesi
2-
Kesep Nahiyesi
3-
Süveydiye Nahiyesi
4-
Bityas Nahiyesi
5-
Yukarı Kuseyr (Şen/Şeyh Köyü) Nahiyesi
6-
Orta Kuseyr (Babutrun) Nahiyesi
7-
Aşağı Kuseyr (Karsu) Nahiyesi
8-
Harbiye Nahiyesi
9-
Karamurt (Avakya) Nahiyesi
Fransızlar
yaptıkları bu nahiye düzenlemesi ile tarihi Cebel-i Akra veya Ordu nahiyesini
birçok parçaya ayırmışlardır. Fransızların bu yeni düzenlemesine göre
daraltılan Ordu nahiyesinin 32 köyü bulunuyordu. Bu köyler şunlardır: Aşağı
Tinziri, Yukarı Tinziri, Kozpınar, Hisarcık, Güveççi, Tumtum, Kandıl, Hansuma,
Kaladuz, Kışlak, Yayla, Lobas, Ordu, Dusturu, Aynice, Çandır, Bezge, Yeniceköy,
Kırkbuçuk (Kırpüçük), Şakşak, Refail, Kerer, Sungur, Sürütme, Karaköse (Karakise),
Karacurun, Çakı, Tumamiye, Belangöz, Arpalı, Nişrin.
İskenderun
Sancağını Suriye’de bırakmak isteyen Fransızlara karşı yapılan mücadeleler
sonunda Hatay Devleti kurulmuştur. 1938’e kadar Fransız idaresinde kalan
Yayladağı, 2 Eylül 1938 ve 29 Haziran 1939 tarihleri arasında Hatay Devleti’ne
bağlanmıştır. 2 Eylül 1938’de açılan Hatay Millet Meclisi, Ordu (Yayladağı) ve
Reyhanlı adıyla iki ilçenin daha kurulmasını kararlaştırmıştır. Daha önce
mevcut olan Antakya, İskenderun ve Kırıkhan ile birlikte Hatay Devleti’nin ilçe
sayısı 5’e çıkmıştır. Böylece Yayladağı’nda kaymakamlık ve belediye
teşkilatları oluşmuştur.
Türkiye
ile Fransa arasında 23 Haziran 1939’da imzalanan “Türkiye
ile Suriye Arasında Toprak Sorunlarının Kesinlikle Çözümüne İlişkin Anlaşma”
ile Fransa, Hatay Devleti’nin Yayladağı ile beraber Türkiye topraklarına
katılmasını kabul etmiştir. Hatay Devleti Millet
Meclisi de 29 Haziran 1939'da bu anlaşma doğrultusunda Türkiye’ye katılma
kararı almıştır.
7 Temmuz 1939’da Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından
Hatay ili kurulurken, Ordu’nun (Yayladağı) da bir ilçe olarak devamı kararlaştırılmıştır.
1940 senesinde ise Karadeniz
bölgesindeki Ordu ile karışıklıklara sebep olduğu gerekçesiyle ilçenin adı
doğusunda yer alan dağa atfen Yayladağı olarak değiştirilmiştir.