Ana Sayfa
Belediye Meclisi Belediye Encümeni Başkan Yardımcıları Müdürlükler Misyon ve Vizyon Meclis Kararları Meclis Gündemi Muhtarlıklar
Başkanın Özgeçmişi Başkanın Mesajı
Online Ödeme Evrak Doğrulama E-Devlet Paydaş Kurum Girişi
Projelerimiz
Devrent Sosyal Tesisleri
Haberler Video Haberler Medya Haberleri Duyurular İhale İlanları
Yayladağı Tarihi Yayladağı Festivali Yayladağı Yemekleri Önemli Şahsiyetler
Tarihçemiz
Tarihçemiz

Bugün Türkiye’nin en güneyinde bulunan Yayladağı, dünyanın en stratejik denizi olan Akdeniz’in doğusundaki sıradağların en önemli kavşağında bulunmaktadır. Yayladağı, insanlık tarihinin başladığına inanılan coğrafyada, Antakya ile Şam-Kudüs arasında zorlu ama en kestirme yol üzerinde olup, bundan dolayı tarihi de çok eskilere dayanmaktadır.

Yayladağı’nda insan yaşamının Orta Paleolitik dönemde, M.Ö. 100.000-40.000 arasında başladığı Enver Bostancı tarafından yapılan kazı ve yüzey araştırmaları ile tespit edilmiş ve bu sürecin kesintisiz olarak Üst Paleolitik dönemde, M.Ö. 40.000-11.000 tarihleri arasında da devam ettiği ortaya konulmuştur.

Antakya gibi Yayladağı ilçesi de insanlık tarihinin ilk dönemlerinden itibaren ticaret ve göç yollarının üzerinde olması dolayısıyla cazip bir yerleşim bölgesi olmuştur. Yayladağı, eski adıyla Cebel-i Akra, Antakya-Lazkiye-Humus-İdlip-Halep’in güvenliği için mutlaka elde tutulması gereken doğal bir kale niteliğindedir.

Yayladağı, stratejik konumu itibariyle büyük-küçük devletlerin güç mücadelelerinde her zaman kıymetli bir mekân olmuştur. Yayladağı sırasıyla; Akadlar, Eski Mısırlılar, Hititler, Asurlular, İskitler (kısa bir süre), Babiller, Persler, Makedonlar, Romalılar, Sasaniler ve Doğu Romalılar idaresinde kalmıştır.

Halife Ömer (634-644) döneminde, 638 yılında Antakya’nın Müslümanlar tarafından fethiyle beraber, Yayladağı da Halife İslam Devleti’nin sınırlarına dâhil olmuştur. 661-750 tarihlerinde Emevî Devleti’nin kontrolüne geçen Yayladağı, 750-944 tarihleri arasında Abbâsî Devleti’nin sınırları içinde yer almıştır. Halife Me’mun (813-833) ve Mutasım (833-842) dönemlerinde Antakya’daki üst düzey yöneticilik görevlerine Türkler getirilmiş ve Yayladağı dâhil, Antakya civarına Türkler iskân edilmiştir. Bu olaylar sonucunda, Türklerin Yayladağı’na yerleşmelerinin üzerinden 13 yüzyıl geçtiğini belirtmek gerekir.

10. yüzyılın başlarında Abbâsî Devleti’nin zayıflamaya başlamasıyla birlikte, küçük beylikler ortaya çıkmaya başlamıştır. Büveyhîlerin 945’te Abbâsî Devleti’nin başkenti Bağdat’ı işgal etmesi ile Abbâsî ler bir devlet olarak sona ermiştir. Bu dönemde Halep merkezli kurulan Hammâdî Devleti 944-969 arasında Yayladağı’nı da kontrolüne almıştır.

Abbâsî Devleti’nin zayıfladığı dönemde kendisini yeniden toparlayan Doğu Roma İmparatorluğu, Antakya ve civarını zapt etmek için harekete geçmiştir. Doğu Romalılar, 969 tarihinde küçük Hammâdî Devleti’ni mağlup ederek, Yayladağı’nın bağlı olduğu Antakya’yı işgal etmişlerdir.

Ön Asya’da Doğu Roma İmparatorluğu’nun güçlendiği bir sırada, Türkistan’da büyük bir güç olarak ortaya çıkan Selçuklular, 1055 yılında Bağdat’ı ele geçirerek Büveyhîlerin elinde esir olan Abbâsî Halifesini kurtarmışlardır. Abbâsî Halifeliğini sadece manevi olarak devam ettiren Selçuklular, Ön Asya’da büyük bir güç olarak, yıkılmış olan Abbâsî Devleti’nin topraklarına varis olmuşlardır. O sırada Büyük Selçuklu Devleti’ne bağlı olan Süleyman Şah, 1084’te Antakya’yı Doğu Roma İmparatorluğu’ndan geri almıştır. Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Melikşah, Antakya’ya Yağısan’ı emir (vali) olarak tayin etmiştir. Böylece Yayladağı da Büyük Selçuklu Devleti’ne bağlanmıştır.

Papa’nın isteğiyle 1096 yılında başlayan Haçlı Seferleri sırasında bir Haçlı Ordusu, 21 Ekim 1097’de Antakya kalesini kuşatmaya başlamıştır. Kuşatmaya 7 ay dayanan Selçuklu idaresindeki Antakya, 1098’de Haçlıların eline geçmiştir.

Antakya kalesini ele geçiren Haçlılar, Yayladağı’nı da işgal etmek istemişlerdir. Ancak kısa sürede bir başarı elde edemedikleri anlaşılmaktadır. Bunun bir sebebi, 9. yüzyıl başlarında Abbâsîler tarafından buraya yerleştirilen Türklere, Büyük Selçuklu Devleti de yeni ilaveler yapmış ve Yayladağı’ndaki Türklerin sayısını arttırmıştır. Antakya Kalesi’nin Haçlıların elinde olduğu dönemde, Avar Türklerinin Savcılar boyunun beyi Kasım Bey’in Cebel-i Akra’da (Yayladağı) gücü elinde bulundurduğu anlaşılmaktadır. Zira bu dönemde, 1131 yılında Kasım Bey tarafından Yayladağı’nda Selçuklu mimarisine uygun cami, medrese ve köprü inşa ettirilmiştir. Kasım Bey’in yaptırdığı cami günümüzde halen ayaktadır.

Büyük Selçukluların zayıflaması üzerine Türklerin kurduğu Halep merkezli Zengi Devleti (1127-1250) Antakya’yı Haçlılardan kurtarmak için çalışmalar yapmıştır. Hatta Nurettin Mahmud, Antakya’yı kurtarmak için sefer düzenlemiş ancak başarılı olamamıştır.

Eyyûbîler’in yıkılmasından sonra Mısır’da, 1250 yılında Bahrî Türklerinin kurduğu Memlûk Devleti, 1260 yılında Moğolları yenmiş ve hemen Antakya ile civarını ele geçirmeyi hedeflemiştir. Sultan Baybars, 1268 yılında Antakya’yı Haçlılardan almış ve Antakya Haçlı Kontluğu’na son vermiştir. Bu gelişme ile birlikte Yayladağı da Memlûk Türk Devleti’ne bağlanmıştır.

14. yüzyılda, Anadolu merkezli büyük bir güç olarak yükselen Osmanlı Devleti, Memlûk Devleti ile 24 Ağustos 1516’da Halep’in kuzeyindeki Mercidâbık’ta yapılan savaşı kazanmış ve Antakya ile civarını topraklarına katmıştır. Osmanlılar, 1516’da Şam ve bütün Doğu Akdeniz sahillerini, 1517’de de Mısır’ı ele geçirerek Memlûklerin varisi olmuşlardır. Osmanlılar, 1522’de yaptıkları tahrirat ile Ön Asya’daki eski Memlûk Devleti’nin topraklarını Şam Eyaleti olarak kaydetmişlerdir. Bu düzenleme ile Yayladağı’nın bir nahiye kabul edildiğini ve Antakya kazasına bağlı olduğunu görmekteyiz. Diğer bir ifade ile o dönemki adı Cebel-i Akra olan Yayladağı, Şam Eyaleti’nin Antakya kazasına bağlanmıştır. Osmanlı Devleti’nin yaptığı bu idari düzenleme dikkate alındığında, Yayladağı’nda mülkiye ve belediye idaresinin 1522’de kurulduğunu ve kesintisiz bir şekilde günümüze kadar devam ettiğini belirtmemiz gerekir.

Bir süre sonra, 1549 yılında Osmanlı Devleti’nde yapılan idari düzenleme ile Halep Sancağı, Şam Eyaleti’nden ayrılmış ve müstakil olarak bir beylerbeylik yapılmıştır. Halep Eyaleti’nin merkezi Halep ve merkez sancağı da Halep Sancağı olmuştur. Antakya’ya bağlı olan Cebel-i Akra da, Halep Sancağı’na dâhil edilmiştir. Bu statünün devam ettiği ve Cebel-i Akra’nın 1616 yılında Antakya kazasına bağlı nahiyelerden birisi olduğu görülmektedir. Uzun süre bu şekilde devam eden Yayladağı’nın idari yapısında daha sonra değişikliğe gidildiği anlaşılmaktadır. Mesela 1811 yılında Yayladağı’nın Cebel-i Akra ve Ordu olarak iki nahiyeye ayrıldığı resmi kayıtlarda mevcuttur. Diğer bir ifade ile Yayladağı, Halep Eyaleti’nin Halep Sancağı dâhilindeki Antakya kazasına bağlı olarak Cebel-i Akra ve Ordu adlarıyla iki nahiye haline getirilmiştir. Böylece Ordu adının Yayladağı için resmen kullanılmasına başlanmıştır.

Tanzimat Dönemi’nde yapılan düzenleme ile Ordu nahiyesinin, 1867 Halep Salnamesi’ne göre, Halep’in Cisr-i Şuğur kazasına bağlandığı görülmektedir. Bu tarihte Ordu nahiyesinde, merkezi Yayladağı (Nefs-i Ordu) olmak üzere 22 köy bulunmaktadır. Bunlar; Keseb, Bezge, Eğerci, Çandır, Mürselek, Tumaniye, Karaköse, Miyedin, Çakı, Ağzıkara, Sungur, Şakşak, Kırkpüçük/Kırbuçak, Yeniceköy, Hisarcık, Kandıl, Kışlak, Hansuma, Tinzir-i Tahtani (Aşağı Tinziri), Tinzir-i Fevkani (Yukarı Tinziri), Telserin(?) ve Tumtum’dur.

Yayladağı’na bağlı köylerde zaman zaman değişikler meydana gelmiş ve nahiye merkezinde de üç mahalle oluşmuştur. 1912 yılında, Trabzon’a bağlı Ordu ile karıştığı gerekçesiyle Cisr-i Şuğur’a bağlı Ordu nahiyesinin adı, yani Yayladağı’nın adı Muradiye olarak değiştirilmiştir. Ancak Muradiye adından kısa süre sonra vazgeçilmiş ve tekrar Ordu ismi kullanılmaya başlanmıştır.

II. Meşrutiyet Döneminde, Osmanlı Devleti’nde Antakya kazasının bir livaya (sancak) dönüştürülmesi 1913 yılında gündeme gelmiştir. Bu hususta yaklaşık dört yıl süren çalışma sonunda, Antakya Livasının kurulması hakkında kanun, Osmanlı Meclisi tarafından 14 Kanun-i Sani 1334’te (14 Ocak 1918) kabul edilmiştir. Bu düzenleme ile Halep Livasına bağlı olan Cisr-i Şuğur da Antakya Livasına dâhil edilmiştir. Böylece 14 Ocak 1918’den itibaren Yayladağı, Halep Vilayeti’nin Antakya Livası’nın Cisr-i Şuğur kazasına bağlı bir nahiye haline gelmiştir.

Birinci Dünya Savaşı sonunda, 1918 yılında, Kudüs, Şam, Halep, Antakya, Antep’i işgal eden İngilizler, Yayladağı’nı işgal edememişlerdir.  İngilizlerin 1 Kasım 1919’dan itibaren, Hatay dâhil olmak üzere, bu bölgeleri Fransızlara devretmelerine rağmen, Yayladağı’na Fransızlar da girememişlerdir. Bunun sebebi o zaman Ordu denilen Yayladağı’nda faaliyet gösteren Kuvâ-yi Milliye ve onun kurduğu idari yapılardır. Birinci Dünya Savaşı bittiğinde Ordu (Yayladağı) Nahiyesi Müdürü Hacı Hissam Ağa, Müstakil Ordu Hükümeti’nin başkanı olarak görev yapmaya başlamış, daha önce Osmanlı yönetimi tarafından “Ordu Sahil Muhafızı” olarak görevlendirilen Celal Ağa da askeri komutanlığı üslenmiştir. Bu Ordu Hükümeti, 1920 yazında Celal Ağa’nın şehit edilmesine kadar problemsiz bir şekilde devam etmiştir. Ancak bundan sonra Yayladağı’ndaki Kuvâ-yi Milliye birçok parçaya bölünmüştür.

1920 yazından itibaren Antakya ve civarındaki Kuvâ-yî Milliye, Ankara’daki Büyük Millet Meclisi’ne tabi Maraş’taki II. Kolordu’ya bağlı olarak yürütülmeye başlanmıştır. Yüzbaşı Bedri Bey’in II. Kolordu Komutanı Selahattin Adil tarafından Antakya ve Havalisi Kuvâ-yî Milliye Kumandanlığına atanması ile Millî Mücadele’nin en güney cephesi kurulmaya başlanmıştı. Bedri Bey’in komutanlığı döneminde Nuri Aydın Konuralp’ın öncülüğünde 9 Şubat 1921’de, Kırpüçük’de Yayladağı Müdafaa-i Hukuk Kongresi toplanmıştır. Türkiye sınırları içinde, Millî Mücadele’nin bu son kongresi ile Müstakil Ordu ve Cebel-i Akra Kaymakamlığı kurulmuş ve Millî Mücadele’nin En Güney Cephesi için sağlam bir zemin oluşturulmuştur. Kurulan bu kaymakamlıkta, Ordu ve Şeyh Köyü’nden oluşan iki nahiye teşekkül etmiştir.

Esasında bu sayede Kuvâ-yî Milliye’nin En Güney Cephesi’nin merkezi de kurulmuştur. Kabaca Antakya-Lazkiye-Cisr-i Şuğur üçgenindeki oluşturulan bu yeni cephenin komutanlığına da Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından, Şubat 1921’e kadar Antep savunma komutanlığı yapan (Ali Şefik) Özdemir Bey tayin edilmiştir. Mayıs 1921’de Cebel-i Akra’ya gelen Özdemir Bey, görevini 22 Temmuz 1921 tarihine kadar devam etmiştir.

Yayladağı’ndaki Müstakil Kaymakamlığı kendilerine bir tehdit olarak gören Fransızlar, 3 yıla yakın işgal edemedikleri Yayladağı’nı ele geçirmek için büyük bir askerî harekât hazırlıklarına başlamışlardır. Yayladağı, ancak Antakya ve Lazkiye’den hareket eden ve topçu birlikleri olan, iki Fransız kolordusu tarafından 22 Temmuz 1921’de işgal edilebilmiştir.

Ordu nahiye idaresini bozmayan, hatta mevcut Nahiye Müdürü Hissam Ağa’nın görevine devam etmesini isteyen Fransızlar, Türklerin elinden silahları toplamışlar ancak Keseb’teki silahlı Ermenileri serbest bırakmışlardır. Fransız birliklerinin habersiz olarak Yayladağı’nı terk ettikleri gün yani 24 Temmuz 1921’de silahlı Ermeni çeteleri ani bir baskın ile Yayladağı’nı yakmışlardır. Bu yangın sırasında birçok şahıs şehit olmuş ve yataklarından fırlayan insanlar can havliyle nahiye merkezini terk ederek dağlara kaçmışlardır. Birkaçı hariç, evlerin tamamının yakıldığı bu olay, yaşayanların hafızasına ve ilçenin kültürüne “Ordu Yangını” diye yerleşmiştir.

20 Ekim 1921’de, Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile Fransa arasında imzalanan Ankara Anlaşması ile Antakya-İskenderun ve civarı Fransız yönetimine bırakılmıştır. Bu Ankara Anlaşması’na göre Fransızların İskenderun Sancağı dedikleri Hatay’a özerk bir statü verilmesi kararlaştırılmıştır. Daha sonra 24 Temmuz 1923 Lozan Anlaşması ile Fransız idaresine bırakılan Hatay’da 1921’deki Ankara Anlaşmasına göre “Özerk İskenderun Sancağı” kurulmuştur.

Fransız idaresinde, merkezi İskenderun olan İskenderun Sancağına bağlı olarak Antakya, İskenderun ve Kırıkhan ilçeleri kurulmuştur. İskenderun Sancağının en büyük ilçesi, Yayladağı’nın (Ordu) da bağlı olduğu Antakya kazası olup şu nahiyelerden oluşmuştur:

1- Ordu Nahiyesi

2- Kesep Nahiyesi

3- Süveydiye Nahiyesi

4- Bityas Nahiyesi

5- Yukarı Kuseyr (Şen/Şeyh Köyü) Nahiyesi

6- Orta Kuseyr (Babutrun) Nahiyesi

7- Aşağı Kuseyr (Karsu) Nahiyesi

8- Harbiye Nahiyesi

9- Karamurt (Avakya) Nahiyesi

Fransızlar yaptıkları bu nahiye düzenlemesi ile tarihi Cebel-i Akra veya Ordu nahiyesini birçok parçaya ayırmışlardır. Fransızların bu yeni düzenlemesine göre daraltılan Ordu nahiyesinin 32 köyü bulunuyordu. Bu köyler şunlardır: Aşağı Tinziri, Yukarı Tinziri, Kozpınar, Hisarcık, Güveççi, Tumtum, Kandıl, Hansuma, Kaladuz, Kışlak, Yayla, Lobas, Ordu, Dusturu, Aynice, Çandır, Bezge, Yeniceköy, Kırkbuçuk (Kırpüçük), Şakşak, Refail, Kerer, Sungur, Sürütme, Karaköse (Karakise), Karacurun, Çakı, Tumamiye, Belangöz, Arpalı, Nişrin.

İskenderun Sancağını Suriye’de bırakmak isteyen Fransızlara karşı yapılan mücadeleler sonunda Hatay Devleti kurulmuştur. 1938’e kadar Fransız idaresinde kalan Yayladağı, 2 Eylül 1938 ve 29 Haziran 1939 tarihleri arasında Hatay Devleti’ne bağlanmıştır. 2 Eylül 1938’de açılan Hatay Millet Meclisi, Ordu (Yayladağı) ve Reyhanlı adıyla iki ilçenin daha kurulmasını kararlaştırmıştır. Daha önce mevcut olan Antakya, İskenderun ve Kırıkhan ile birlikte Hatay Devleti’nin ilçe sayısı 5’e çıkmıştır. Böylece Yayladağı’nda kaymakamlık ve belediye teşkilatları oluşmuştur.

Türkiye ile Fransa arasında 23 Haziran 1939’da imzalanan “Türkiye ile Suriye Arasında Toprak Sorunlarının Kesinlikle Çözümüne İlişkin Anlaşma” ile Fransa, Hatay Devleti’nin Yayladağı ile beraber Türkiye topraklarına katılmasını kabul etmiştir. Hatay Devleti Millet Meclisi de 29 Haziran 1939'da bu anlaşma doğrultusunda Türkiye’ye katılma kararı almıştır.

7 Temmuz 1939’da Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Hatay ili kurulurken, Ordu’nun (Yayladağı) da bir ilçe olarak devamı kararlaştırılmıştır. 1940 senesinde ise Karadeniz bölgesindeki Ordu ile karışıklıklara sebep olduğu gerekçesiyle ilçenin adı doğusunda yer alan dağa atfen Yayladağı olarak değiştirilmiştir.